Flaş Haber Yeni

KALEMŞAH “BİR TATLI KAŞIĞI TARİH”

KALEMŞAH “BİR TATLI KAŞIĞI TARİH”

Hüseyin Yıldız (kalemşah) Köşe Yazısı

Toprağın bağrına emek düşer,

Alın teri her lokmaya geçer.

Tatlılar sofrada yerini seçer,

Damak tadımız bizim şekerimiz.

Akşamın dinginliğinde demlenen bir çayın buğusu, huzurun en sade hâlidir. Yanında bir tabak tatlı, belki bir dilim revani, belki de anne elinden çıkan un helvası... Kaşığın ucundaki o tat, sadece şekerin değil; emeğin, sabrın, alın terinin tadıdır aslında. Her lokmada toprağın bereketi, insanın gayreti gizlidir.

Türkiye’de şeker sanayisinin öncüsü, Nuri Şeker’dir. 1923 yılında girişimciliğiyle dikkat çekmiş ve özel bir anonim şirket kurarak Türkiye’de ilk yerli şeker fabrikasının temellerini atmıştır.

Uşak Şeker Fabrikası (Nuri Şeker’in özel girişimi) 17 Aralık 1926’da üretime başlamış, Alpullu Şeker Fabrikası (Kırklareli) ise 26 Kasım 1926’da açılmıştır ve ilk Türk şekerini üreten fabrika olarak kabul edilir. Yani Alpullu teknik olarak açılışta önde olsa da, Uşak özel girişim olarak Türkiye’nin ilk şeker fabrikasıdır.

Ardından Eskişehir ve Tokat (Turhal) Şeker Fabrikaları devreye girmiştir. Bu dört fabrika birleşerek 6 Temmuz 1935 tarihinde T.Ş.F.A.Ş. yapısı altında toplanmıştır. Bu birleşme, Türkiye’de şeker üretiminde hem sanayi hem de tarımın koordineli yürütülmesinin ilk örneklerinden biri olmuştur.

Burdur Şeker Fabrikası’nın temeli 1954 yılında atılmış, fabrika 13 Eylül 1955’te dönemin Başbakanı Adnan Menderes tarafından açılmıştır. Burdur Şeker Fabrikası yalnızca beton ve tuğladan ibaret değildi; harcında köylülerin duası, tarlalarına ekilen pancarlar ve sabahın erken saatlerinde toprağı yoğuran ellerin emeği de karılmıştı. Köylüler, “Bu fabrika bizimdir.” diyerek Burdur Ovası’nda başlayan pancar ekimini köylerden ilçelere, çevre illere; Denizli, Antalya, Isparta hatta Afyon’un bir kısmına kadar ulaştırdı. Her kök pancar, fabrikanın kalbinde bir umut ve destek olarak yükseldi. Topraktan gelen bu canlı emek, fabrikanın görünmez ama en güçlü gücü oldu.

Fabrika, üretimin yanı sıra kendi elektrik enerjisini de üreterek kendi imkânlarıyla çalışıyordu. Burdur halkı için bu, yalnızca sanayi açısından değil; şehrin modernleşmesi ve hayatın ritmini sürdürmesi açısından da büyük bir öneme sahipti. Buhar kazanlarının ve makinelerin sesi, fabrikanın içinde çalışanların emeği kadar dışarıdaki şehre de hayat veriyordu.

Sonbaharın serin sabahlarında tarlalar pancar kokusuyla dolardı. Köylüler saban izleri arasından pancarları dirgenlerle kazıp çıkarır, başlarını keser, yapraklarını ayırırlardı. O yeşil yapraklar hayvan yemi olurdu; köylerde kimi zaman o yem, çobanlarla yün karşılığında değiştirilirdi.

Pancarlar çatal kazmalarla söküldükten sonra dirgenlerle özenle arabaya yüklenir; yol boyunca at nalı sesleriyle yankılanırdı. Eski pancar kantarları, sabahın soğuğunda çalışır, eller çatlar, nefesler buhar olurdu. Kamyonlar ve arabalar kantara yanaşır, tartılır, üreticisine küspesi teslim edilirdi.

1988’li yıllarda ortaokul sıralarındaydım. Okul çıkışı, kantara gelen araçlarla köye giderdim. Kamyon kasalarından ve traktör römorklarının arasında yürür, atların ve pancar kokusunun karıştığı bu yolda fabrikanın ve üretimin büyüklüğünü daha çocuk aklımla hissederdim. Kemer’den Yakalar’a giden pancar arabalarıyla aynı yoldan geçmek, benim için bir macera ve öğrenme yolculuğuydu.

Fabrikaya varıldığında pancarlar yıkanır, kesilir ve özündeki tat alınmaya başlanırdı. Buhar dolu kazanlarda fokurdayan ses, yalnızca bir üretim değil, bir kentin kalp atışıydı.

Fakat o tatlı dönüşüm yalnızca şekerle bitmezdi. Geride kalan küspe, hayvanların kışlık rızkı olurdu. Bazen taze, bazen de kuru küspe hâlinde saklanır; köylü için altın değerinde bir yemdi. Bir de şekerin içinden süzülen, balı andıran koyu bir sıvı vardı: melas. Rengi koyu kahverengi, bereketi boldu. Kimi zaman maya sanayisine, kimi zaman yem karışımlarına giderdi. Bazı köylüler, melası sıcak suyla karıştırıp hayvanlarına içir; “Şekerin kuvveti.” derlerdi.

Fabrika, yalnız üretimin değil, ekmeğin ve istihdamın da kapısı oldu. Burdur’un gençleri, köylüleri orada çalışmaya başladı. Kazan dairesinde, laboratuvarda, kantarda, hatta pancar tarlasında binlerce el emeğe karıştı. Burdur’un kalbi, artık buharla değil, insan sesiyle atıyordu.

Bugün Burdur Şeker Fabrikası’nın taş duvarları arasında yürürken o günlerin sesini hâlâ duyarım. Dirgenin toprağa saplandığı o sesi, kantarda sabırla bekleyen köylülerin nefesini, fabrikanın içinden yükselen tatlı buharı... Hepsi, bir halkın kalp atışı gibidir.

Zaman geçti, makineler değişti, teknoloji ilerledi. Ama o ilk günkü ruh, o alın teri kokusu hiç değişmedi. Burdur’un sabahlarına hâlâ o tanıdık şeker kokusu siner; o koku hem geçmişin duası hem emeğin türküsüdür.

Ve insan oradan ayrılırken şunu hisseder:

Bir tatlı kaşığı şekerin içinde yalnızca lezzet değil, bir ömürlük fedakârlık vardır. Topraktan sofraya uzanan bu yolculuk, sabrın, emeğin ve sevdanın destanıdır. Her çay yudumunda, her tatlı lokmasında o yılların sesi hâlâ yankılanır:

“Tatlıysa emeği var, emeği varsa şükrü de var.”

Hüseyin Yıldız (kalemşah)

Kültür ve Turizm Bakanlığı Halk şairi