BURDUR’UN UNUTULMUŞ ŞİFA KÖYÜ

BİR ŞAİRİN GEZİ YAZILARI (BURDUR HATIRALARI)
"ŞİFANIN SESSİZ TANIĞI: HAMDİ DEMİR DEDE İLE ONACAK HATIRASI"
Hamdi Dede’nin Tanıklığıyla
Burdur’un Yeşilova ilçesine bağlı Onacak Köyü, bir zamanlar yalnızca bir yerleşim yeri değil; aklını yitirenlerin, derdine derman arayanların son umudu, bir şifa durağıydı. Ruhsal bunalım yaşayanların, içini yangın basanların yöneldiği bir yerdi burası.
Köyün bir kenarından gürül gürül akan suyun sesi işitilirdi. Ama bu, öyle sıradan bir kaynak değildi. Eskiler ona “akıl suyu” derdi. Deliyi sakinleştirir, uykusuzun gözünü ağırlaştırır, gözü dönmüşün gönlünü serinletirdi.
Bir gün yolum buraya düşmüş, mazi ilgimi çekmişti. Buradaki tarihin canlı tanığı Hamdi Demir amcamı ziyaret etmiş, hâl hatır sorduktan sonra ona bu gizemli geçmişi sormuştum.
O da derin bir ah çekip başladı anlatmaya:
---
Veli Dede’nin Gelişi ve Köyün Kuruluşu
“Evladım, bu köyde vaktiyle on hane vardı. Her birine ‘ocak’ denirdi. Zamanla ismi On Ocak’tan ‘Oncak’a döndü. Veli Dede, önce Yaylabeli’ne uğramış, sonra Elmalı Çeşmesi’nde çobanlara rastlamış. Ardıç ağacından dökülen elmalarla keramet göstermiş. Tabi bu mevsiminin dışında olan elma, çobanları şaşırtmış.
Sonra köye gelmiş ama su yok. Elindeki asasını toprağa saplamış, yerden su fışkırmış. ‘Bak işte o su hâlâ akar,’ derdim eskiden. Artık akmıyor.”
O sıra yanında oturan yeğeni tarihi araştırmalar yapan Fatih Demir kardeşim girdi konuya...
Gülümseyerek aslında bu on ocak halk dilinde söylenen rivayet halidir işin aslında Veliyullah, Allah'ın veli kulu demektir o zatın adı değildir. Tıpkı Üveys el-Karani (Karan şehirli Üveys) adının bizde Veysel Karani haline geldiği gibi olmuş. Halkın Veli Dedesi, devlet kayıtlarında Onacak (iyi eden iyilestiren) Dede olarak anılırdı köyün adıda bu zatın adından gelmiştir. Onacak Dede yaşadığı devirde akıl ve ruh sağlı üzerine iyi eğitim aldığı anlaşılan hem bir hekim hem de derviş idi.
Buranın işletme usulü nasıldı diye sordum.
Fatih başladı anlatmaya.. vakıf sisteminde vakfeden kişinin (vâkıfın) evlatlarına, özellikle de oğullarına intikal edecek şekilde düzenlenen vakıflara "evlâdiyye vakfı" ya da "vakf-ı evlâd" denir.
Bu sistemde vakfın gelirinden önce vâkıfın çocukları ve soyundan gelenler yararlanır; onların soyu tükendikten sonra vakıf, genellikle yöneticilik emin güvenilir bir yakın bir akrabaya ya da kişiye yönlendirilirdi.
Kısaca:
Babadan oğula geçmesi ifadesiyle kastedilen sistem, evlâdiyye vakfıdır ki halk arasında ocak diye de hitap edilir.
Bu devir usulü önceki yazımdaki Hoca bali Hamamıyla aynı idi.
Sonra tekrar döndüm Hamdi amcaya..
Darüşşifa'nın düzeni ve tedavi usülleri nasıl olurdu diye sordum..
Hamdi amcam o günleri yasar gibiydi anlatırken
“Hacı Mehmet, oranın yöneticisi ve hekimiydi,” diye devam ediyor Hamdi Dede. “Ben onun torunuyum.
— Peki, diyelim ki bir deli hastaneye getirildi. Ondan sonrası ne olurdu?
— Eskiden delileri ayağından bağlarlardı. Ayak bileklerine keçe sararlardı. Böyle keneşli sürgülerle büyük yatırlara yatırırlardı. Önünde ve arkasında insanlar olurdu, yüzü yukarı gelecek şekilde yatırılırdı. Bileklerine keçe dolanırdı, ama deli hiçbir zaman zincirle ya da iple tutulmazdı. Çünkü deli, gerçek bir deliyse, onu zincir de tutmaz, ip de.
— Zincir ya da ip olmaz diyorsun?
— Olmaz, çünkü en ufak gevşeklikte kafayı parçalar. Ama sıkı bağlarsan da keser.
— Neden?
— Bir an telaşı oldu mu, çarpar, parçalar, kafaya vurur.
İpi sımsıkı bağlarsan bu sefer de vücudun içine işler, keser, etin içine girer. Şişince daha da beter olur. Bu yüzden keçe kullanılırdı.
— Nasıl bir sistem vardı peki?
— Büyük hatıl olurdu. Yirmi, yirmi beş metre uzunluğunda çam ağaçlarından… Ayaklarından yatırırlardı, üstünden keneşli sürgü geçerdi. Yüzü yukarı doğru uzatılırdı. Kolları ve elleri de sabitlenirdi.
Bu iş kendilerine ve çevrelerine zarar vermemesi için yapılırdı.
— Nasıl beslenirdi bu kişiler?
— Altını temizleyenler olurdu, yemeği yedirenler de vardı. Ama delilere çok fazla yemek verilmezdi.
"Çok zayıflasın ve iyileştirmesi kolay olsun" diyorlardı. Zayıflığın nedeni de buymuş derlerdi.
Sabah namazıyla çeşmeye götürür, üç tas su içirirdik. Sonra yavaş yavaş yıkardık. Sabunla ovalar, tekrar soğuk suyla durulardık. Bazısı ağlardı, bazısı gülerdi. Her biri başka âlem.
“Tımar odası toprak zemindi. Duvarlara keçe asardık ki kafalarını vurmasınlar. Camı olmayan pencerelere koyun yünüyle tıkaç yapardık. Geceleri nöbet tutulurdu. Bazı hastalar konuşur, geçmişini anlatırdı. Bazısı sadece dua ederdi.”
“Yemekler büyük kazanlarda pişerdi. İki öğün verilirdi. Ellerine bakardık yerken; titreme azaldıysa, umut artardı.”
---
Araziler ve Bağışlar
— Ya geliri nasıl olurdu buranın?
“Her iyileşenin ailesi bir şey bağışladı. Kimisi duasını kimisi buğday, arpa, kimisi tarla, cevizlik, bağlık... 3 dönüm, 5 dönüm… Araziler ekilir, onların geliriyle ihtiyaçlar temin edilirdi.
Sonra, hastane ve tekke lağvedilince civar köylüler satın aldı.”
---
Bilimle Kesişen Yollar
“Yahya adında bir doktor vardı, bizim akrabadan. Amerika’da akıl hastaları için okul okumuş. Gelip kahve içtiğimizde dedem'e dedi ki: ‘Siz bu delileri nasıl iyi ediyorsunuz?’
Dedem: ‘Otlardan ilaçlar yapar, soğuk suyla şok eder, meşguliyet ile …’ deyince doktor Yahya önce güldü:
‘Amerika’da da biz aynısını yapıyoruz. Buz dolabından çıkan buzlu suyla… Ani soğuk şok etkiliymiş.’
İşte bizim usul, zamanın ötesindeymiş.”
Peki, hiç anın var mı burada hatırladığın?
“Elbette var,” dedi.
“Bir kadın vardı, aklını yitirmişti. Üstünü başını parçalamış. Nenem elbise verdi, yıkadı. Sonra kendine geldi. ‘Ben mi yaptım bunları?’ diye sordu.
‘Sen yaptın,’ dedik.
Kadıncağız ellerini döve döve ağladı:
‘Ellerim kırılsın!’ dedi.
Ama öncesini hatırlamıyormuş artık.
O aklı başına gelen deliler, bazen Aydın’dan, bazen İzmir’den gelirmiş.
Onları buranın namını duyanlar gönderirmiş köye.
O deliler gelince haber salınırmış, adamları da arkasından gelirmiş.”
“Bir Gün Başka Bir Olay”
“Abidin emmim var ya, işte o, delilerin başına oğlunu gönderiyor.
Koca Tarla diye bir mevki var, orada çalıştırıyormuş delileri.
Deliye iki kürek verirmiş, kök kazdırır, sonra da baltayla kazdığı kökü fırlatırmış.
Bir de durmadan seslenirmiş:
‘Gel Ali, gel, ekmek yiyeceğiz ya!
Hani ekmek yiyecektik?’
Ali gidip gelirmiş, her seferinde bir daha başlarmış aynı işe.
Derken bir gün, o deli dönüp yumruk gibi taşı sırtına geçirmiş.
Hemen yere yıkılmış.
Sonra sormuş Aliye:
‘Niye attın ?’
Deli de demiş ki:
‘O söyledi.’
‘Kim söyledi?’
‘İşte o!’
Abidin emmim bir dönüp bakmış, koca bir yılan… Yumruk gibi kafası var, öylece bakıyor.
Yılan hâlâ bakıyormuş.
Deli de demiş:
‘O at dedi de, ben de öyle attım.’
Abidin emmim bunu hep anlatırdı.
Deli, o zaman insan gibi görmüş yılanı.
‘Nasıl olursa,’ dermiş, ‘o at dedi, ben de attım.’”
Benim çocukluğumda böyle büyük, koca inekler vardı.
Düğünlerde mevlutlerde adaklik kurban icin keserlerdi.
Köy halkına şükür için yemekleri dağıtırlardı, adak için
Hamdi amcanın sesi kısılır, gözleri yere iner:
“Evladım, o hastaneden ve tekkeden şimdi eser yok. Yıkıldı, lağvedildi. Taş taş üstünde kalmadı. Ne duvarda keçe kaldı, ne kazan kaynıyor artık. Binayı yıktılar, Manisa’ya gönderdiler. Sonra ne gelen oldu, ne giden ...
Bizde kalan ise , sadece hatırası.”
Onacak Köyü’nde bir zamanlar delilik; sabırla, dua ile, su ile tedavi edilirdi.
Bugün o su da kesildi.
Ama Hamdi amcanın hafızasında hâlâ akar.
Çünkü bazı hatıralar ne lağvedilir, ne unutulur.
Geriye anılarda yankılanan su mısralar dökülür kalemimden
Onacak’ta unutulmuş sesler hep kaldı
Umudu orada bekleyen canlar kaldı
Karanlıkta kalan umut, acı izleri
O sessiz bekleyişler yüreğimde kaldı
Orada nice yüce gönüller isimsiz anılır
Çığlıklar yankılanır, gecelere karılır
Hüznün adı varmış, tarihe bir bir yazılır
Ağıtlar yükselir, Onacak adı yine bilinir.
Hüseyin Yıldız (Kalemşah)
Kültür ve Turizm Bakanlığı Halk Şairi